Natural Born Killers Öyküsü Quentin Tarantino tarafından yazılmış, Oliver Stone tarafından yönetilmiş, 1994 yapımlı suç-gerilim filmi. Başrollerde ise Woody Harrelson ve Juliette Lewis’i görüyoruz. Seri katil bir çifti canlandırıyorlar. Hikaye ise bu çiftin cinayetleri ve ilişkileri üzerine kurulmuş. Doğruluğu teyid edilmemiş olmakla birlikte Brad Pitt’in bu rolü reddettiği gibi söylentiler var. İşin magazin boyutuna girersek, tabii o dönemde Juliette ile çıkıyorlardı, olur mu öyle iş demekte haklısınız. Ama Woody Harrelson’ın olağanüstü performansı olası tüm iyi oyunculuk ihtimallerini geride bırakmış bu yüzden içiniz rahat olsun. Bunun yanında, Robert Downey Jr medyatik bir gazeteci ve Tommy Lee Jones hapishane müdürü olarak karşımıza çıkıyor. 94 senesinde çevrilmiş olmasına rağmen, içinde her döneme hitap edebilecek nitelikte sistem eleştirileri barındıran zamansız bir film. ‘’If I was I a murderer, I would be Mickey and Mallory’’Seri katiller üzerine yapılan bir sokak ropörtajı esnasında genç bir Amerikalı’dan duyuyoruz bu cümleyi. Arka fonuna kısaca değinmek gerekirse, Mickey (Woody Harrelson) ve Mallory (Juliette Lewis) çocukluktan beri nefretle yetiştirilmiş ve şiddete maruz kalmış bir çift. Mallory sürekli olarak babası tarafından cinsel istismara uğramakta, annesi de bu duruma sessiz kalmaktadır. Ancak bu hastalıklı ilişki sahneleri sitkom renkleri ve farklı çekim teknikleriyle ekrana bir romantik komedi havasında yansımıştır. Kurguda bunun gibi -yeri gelince üstünde duracağım- hoşuma giden bir kaç marjinallik daha var ancak bir noktadan sonra ani cut’lar, geçişler o kadar artıyor ki kamerayı tutup sabitlemek istiyorsunuz. Tamam güldük eğlendik bitsin artık denilmesi, özellikle aksiyonun hızla arttığı son sahnelere doğru kafanızın patlaması muhtemel bir haraketlilik hakim. Bilinçli yapılmış bir tercih olan bu katarsisi yaratmak amaçlanırken, ciddi bir görüntü kirliliği oluşturulduğunu da düşünüyorum. Çok dağılmadan, sevgili çiftimize geri dönersek, Mickey’nin tesadüfen geldiği evlerinde Mallory ile tanışmasıyla hikayeleri başlar, gençler birbirleniri beğenir, Mallory’nin ebeveynlerini öldürür ve kaçarlar. Böylece hikayeleri başlar. İşledikleri her cinayet içlerindeki öfkeyi biraz daha kustukları, daha da keyif aldıkları bir eğlence haline dönüşür. Öldürdükleri insanların masum-suçlu vb. nitelikleriyle ilgilenmez ve genelde polis tercih ederler. Suç mahalinde geride bir kişi bırakırlar ki cümle aleme Mickey ve Mallory’yi anlatsın. Gençler ise her cinayette biraz daha kuduruyor tabii, medyanın kurbanı olup bu seri katillerin bir fanı haline geliyorlar. Günümüz popüler kültürünün bu ‘cute but psycho’ çifte sempati duymaması elde mi? Bugunün Joker ile Harley’si desek yeridir. İşte bu Mickey ve Mallory sempatizanı kitleden bir genç, yapılan sokak röportajlarının birinde, ‘seri katil olsam…’ diye başlayan o anlamlı cümleyi sarf ediyor. ‘’The media made them superstars’’Sinemayla az çok haşır neşir olan biri için, izledikten sonra bu filmde Tarantino’dan bir şeyler olduğunu tahmin etmek çok zor değil. Filmin öyküsünü kendisi yazmış, iyi ki de yazmış. Bu kadar yapmış madem, bir de yönetseydi her şey daha güzel olabilirdi. Kesinlikle kötü çevrilmemiş, ama mükemmel olabilecek bir hikayeymiş de bazı yönleriyle harcanmış diyebiliriz. Film, genel hatlarıyla mass-media yoluyla insanların manipüle edilişi ve prototip hale getirilişini konu alıyor diyebiliriz. Televizyonda gösterilen içeriklerin ‘mutlak doğru’ olduğuna inanan, ve medyatik tipleri -insani değerlerinden bağımsız olarak- ilahlaştıran bir toplum yapısına işaret ediliyor. İnsanların, medya kuruluşları tarafından sürekli olarak maruz bırakıldığı şiddetten keyif almaya başlama süreci ve bir noktadan sonra bununla beslenir hale gelişi işlenmiş. ‘Natural Born Killers’ adından da anlaşılacağı üzere, insanın evrimsel varoluşundan süregelen ve bastırmakta güçlük çektiği dürtüsel doğasının, televizyonda gösterilen imgeler aracılığıyla nasıl kontrol altına alındığına odaklanıyor. Bu ‘şiddet’ ve vahşiliğin normalleştirilmesindeki absürtlüğü, bunu olağan ve hatta üstün kabul eden toplumun vahim halini yine bolca şiddet barındıran sarkastik bir anlatımla gerçekleştiriyor.Normal seyrinde ilerleyen sahnelerde, oraya ait değilmiş gibi görülen ama aslında tam yerinde kullanılmış, bir iki saniyelik kısa görüntüler mevcut. Ki bence konuyu diyaloglar üstünden ele almaya alternatif olmuş çok iyi bir tercih. Filmin kontrast anlatısı ile bir bütünlük sağlamış. Ancak diyaloglarda da, polis memuru Scognetti’nin annesini kaybedişini anlatırken kullandığı ‘hazır yiyecek kültüründen türemiş psikopatlar’ gibi ifadeler ile, doğrudan olmamakla birlikte sık sık sistem eleştirisi yapılıyor. ‘’Baby I’ve been waiting…’’Başka bir üzerinde durmak istediğim konu ise müzik tercihleri. Hepsi o kadar güzel oturmuş ki izlerken daha iyisi olamazdı herhalde dedirtti. İzledikten sonra bir daha Leonard Cohen’in Waiting For The Miracle’ını filmden ayrı düşünemeyebilirsiniz. Özellikle dikkatimi çeken ve filme olan bakışımı son derece olumlu yönde etkilemiş bir tercih de, hapishanede çıkan isyan sırasında çalan Rahat Fateh Ali Khan’a ait Allah, Mohammed, Char, Yaar adlı parça. Filmde şiddet arttıkça, şarkı da giderek artan ritmiyle görüntülerle mükemmel bir uyum sağlıyor.‘’Love beats the demon’’Bu güzel alıntı ancak bol spoilerli bir sahne ile açıklanabilir. Mickey ve Mallory ile hapishaneden kaçan gazeteci Wayne Gale, sonu geldiğini anladığında sarf ediyor bu sözleri. Genç çiftimizin de sıklıkla dile getirdiği bir alıntıdır aynı zamanda. Medyatik insanların demon’ı kendilerinin ise love’ı ifade ettiği film, en nihayetinde Wayne’in ölümü ve aralarındaki aşkın kazanmasıyla son buluyor. Geriye ise Wayne ile, kendisine bir shotgun doğrultmuş olan Mickey arasında geçen bu efsane diyalog kalıyor:You said that you were done with killing.That love beats the demon. You said that love beats the demon!I am… and it will.
“Natural Born Killer”s Öyküsü

Share This
Next Article